Şebinkarahisar Tarihi Ve Emiroğulları

Karahisar Yöresinde Türk Dervişleri Ve Niyabet-İ Kırık Tarihi

Mehmet Fatsa

 

Antik çağlardan modern zamanlara kadar, çok farklı medeniyetlere beşiklik etmiş olan Anadolu’muzun, her noktasının tarihi derinliğini araştırıp analiz etme sorumluluğunun altından, tek başına akademisyenlerimizin kalkmasını beklemek, maksadın hasıl olmasını geciktirebilir. Bu anlamda, gelişmiş ülkelere göre, imkânlarımızın yetersizliği, tarihimizi oluşturan bütün argümanların gün yüzüne çıkarılması çabalarını da olumsuz yönde etkilemektedir. Akan zaman içinde uzak/yakın tarihimizi aydınlatmaya katkıda bulunacak ve geleceğe dair sağlıklı reflexler geliştirmemizi sağlayabilecek, yerel anlamda değer taşıyan birçok tarih şahidinin yok oluşuna ilgisiz kalmak ve bu türden çalışmaları bütünüyle üniversitelerimizden beklemek doğru olmaz. Bu bakımdan eldeki bilgi ve belgelerin muntazaman kayıt altına alınması zorunluluğu vardır.

 

Yerel anlamda yakın tarihimizin çok önemli bir kısmını oluşturan, bölücü Pontus unsurlarıyla bizden önceki kuşakların yaptığı mücadelenin detaylarını ortaya koyabilecek dokümanların, vaktinde değerlendirilemeyişi; bölgemizde yaşamış ve toplum kesimleri arasında sürekli birleştiricilik misyonunu üstlenmiş bilge şahsiyetlerin hayat ve faaliyetlerine ilişkin bilgilerin kayıt altında bulundurulamayışı yüzünden, bu gün ihtiyaç duyduğumuz sağlıklı analizlerin yapılması da zorlaşmıştır. O günleri yaşayan canlı şahitlerin yahut tarihsel değeri olan mekanların/bulguların bu gün artık elde olmaması, konuya ilgi duyanlarımızın ve akademisyenlerimizin arzu edilebilir analizler yapmalarını da zorlaştırmış olmalıdır.

 

Benzer biçimde, kültür tarihçiliğimiz açısından değer taşıyan ve bu gün halen boş hurafe yaklaşımından kurtulamayan ve giderek milli hafızalardan silinme tehlikesi ile karşı karşıya olan sözlü kültür geleneğimize ait değerlerin de, sağlıklı ve bilimsel incelemeye ihtiyacı vardır. Nitekim, geçmişte toplumda önemli izler bırakmış olan bir çok olayın ya da bilge kişilerin, kuşaktan kuşağa intikaleden efsaneleşmiş özelliklerinin, bilimsel analizleri yapıldığında şaşırtıcı sonuçlara ulaşıldığı görülmüştür. Bu bakımdan, erdemli duyarlılığa sahip olan halkımızın değer verdiği, literatürde kült olarak ifade edilen unsurların mümkün olan ciddiyet ve titizlikle incelenmesi gerekmektedir. Böyle bir çaba, bazılarının yöremize ilişkin olarak kısır tarihi geçmiş ithamından kurtulmasını sağlamanın ötesinde, bizden sonraki kuşakların daha şahsiyetli yetişmelerine yardımcı olacaktır.

 

Bu maksatla, Şebinkarahisar’a bağlı olduğu dönemlerde Kırık yöresinin Türkleşme ve İslamlaşma sürecini ve bu sürece katkıda bulunan Türk dervişlerinin özelliklerini, Şebinkarahisar ile olan ilişkilerini ele alan, mütevazı ancak orijinal olduğuna inandığım bilgiler içeren bir çalışmayı, yerel tarihçiliğimizin hizmetine sunmaktan mutluluk duyarım.

 

1-Tarih:

a)”Kırık” Adı: Kırık, kıruk, kıruklu, yahut koruklu şeklindeki söyleyiş biçimleri ile muhtelif kaynaklarda yer alan bu adın menşe’i konusunda mevsuk bilgiler çok olmamakla beraber, tarihi çok eskilere dayanan bir kavram olduğu kesindir. En yaygın kullanımı olan Kırık’ın anlamı ile ilgili olarak, yazılı kaynaklar ve rivayetlerden bir fikir edinmek mümkündür. Konu ile ilgili rivayetlerden birine göre, bölgeye ilk gelen Müslüman Türkmenler, sık çam ormanlarını kırarak yurt açmışlar ve bu yolla bölgede tarım alanları oluşturarak yerleşmişlerdir. Çam ormanlarının sıklığından kara bir dış görünüşü olması ve buraların kırılarak yurt haline dönüştürülmesinden dolayı da buraya Kara Kırık denilmiştir. Gerçekten de bölgenin topoğrafyası, bitki örtüsü ve Türkmenlerin buralara yerleşiminde yaşanan tarihi süreç göz önünde bulundurulduğunda, bu rivayeti, yabana atmak ve ciddiye almamak yanlış olur. Pek de akıl dışı sayılmayacak olan bu rivayetin yanında, daha kuvvetli olan görüş ise yazılı bir belgeye dayanmaktadır. Tarihimizin Osmanlı öncesi dönemleri ile ilgili önemli bilgiler aktaran Reşidüddin’de kırıkadı, Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinden biri olan Dulkadıroğulları’na bağlı bir bölük adı olarak zikredilmektedir. Göçebe Türkmenlerin oymaklar halinde gelip yurt edindikleri ve yerleştikleri yerlere kendi adını verdikleri bilinen bir konudur. Ayrıca, bu isim başka kaynaklarda, yine aynı beyliğe bağlı bir bölük adı olarak farklı bir söylenişle Koruklu diye de geçer. Şayet bu gün bir köy olan Konuklu adı bu ismin bir galatı ise, kırık ismi ile konuklu ismi aynı etimolojik kökene sahiptir.

 

1531 tarihli, 966 sayılı Bayburt ve Kemah idari alanlarına ait mufassal defterde, Çoruh vadisi solundaki yaylaklara yerleşen Türk oymaklar zikredilirken Kıpçakuruğu kolundan Bayundırluk, Çaka, Çepni, Dedeli, Kılıçlu, Kürtün ve Kırıklı adları zikredilmektedir. Yine aynı defterde yıvalı-yuvalı ile İğdir adlarından, Oğuz boyuna mensup topluluklar olarak bahsedilmektedir. Uzunçarşılı, KarakoyunluDevleti’ni kuran Türk boyunun adını “Yıva” olarak nakleder . Bu adların Niyabet-i Kırık kapsamında olan köy adlarıyla benzerliklerinin olması elbette tesadüfi değildir.

 

Öte yandan, Dereli’nin Hapan köyünde mevcut mezar taşlarındaki tarih ve isimlere bakarak, bölgeyi XII. yüzyılın başlarında iskana açan Türkmenler içinde Kopan (Hapan), Alayuntlu, Bayındır, Bayat, Kalaç, Firuz, Kürtün gibi boy ve oymaklarla beraber, Kınık boyuna mensup oymakların da buraya geldiği ve bunların bir kısmınınyerleşip bir kısmının da Bulancak’ın yüksek kesimini iskan edindiği bilinmektedir. Şebinkarahisar’ın Kınık yaylasının böylesi bir tarihi geçmişe sahip olduğu kesindir. İşte, buna bakarak kırık adının Kınık boyuna izafeten, biraz da değiştirilerek, iskana konu olan oymağın adının zamanla yer adına dönüştüğü düşüncesi dikkate alınabilir. Nitekim,tarihi bir çok yer adının zamanla halk dilinde değişerek farklılık kazandığına dair bir çok örnek vermek mümkündür. Sözgelimi halkımız, Şebinkarahisar adını telaffuz etmekte zorlanınca buraya genellikle Galiser yahut Gariysar demektedir. Bunun gibi, Kınık adının da Kırık’a dönüşebileceği ihtimalinin, dikkate alınması gerekir. Bilindiği gibi Kınıklar, Selçuklu Devletini kuran 24 Oğuz Boyundan birisidir. Oğuzların, Malazgirt Meydan Muharebesi(1071)’nden sonra Anadolu’nun çeşitli yerleri gibi buraları da yurt edinmeye, yerleşik kavimler üzerinde egemenlik kurmaya başladıkları bilinen bir konudur. Oğuzların Müslüman olanlarına Türkmen denilmiştir. Bu gün Yavuzkemal Beldesi halkının önemli bir kısmını oluşturan Alaeddinoğulları(Aladınoğulları)’nın, Selçuklu baş kenti Konya’dan; Hapan ve Yuva köylerinde meskun Türkmenoğluları’nın da yine Selçuklu Devletine bağlıTürkmenlerin bir kısmı olarak buralara geldiği rivayeti de, bu durumu desteklemektedir. Bu gün Görele sınırları içinde bir köy adı olarak da geçen Kırık’ın da buna benzer bir tarihi geçmişi olmalıdır. Osmanlı döneminde ise burası Niyabet-i Kıruk adı ile, sultan yahut kadı naibi tarafından idare edilen, idari bir bölge olarak, kayıtlardaki yerini almıştır . 1455 tarihli tahrir kayıtlarında kıruk olarak anıldığına göre, bu ismin tarihinin çok eski olduğunu kesin olarak ifade etmemiz mümkün olur.

 

b)Eski Çağlar: Konumuz olan alanın tarihi ile Karadeniz bölgesinin tarihini birlikte düşünmemiz gerekmektedir. Bu bakımdan genel hatları ile Karadeniz Bölgesinin tarihini bilmemiz, bahsimizin konusunu oluşturan Niyabet-i Kıruk idari alanının tarihini ve buraların Türk dervişleri tarafından nasıl bir Türk-İslam yurdu haline dönüştürüldüğünü  olay anlamamıza yardımcı olacaktır. Bölgede bilinen ilk Türk yerleşiminin nasıl gerçekleştiğine bir göz atalım:

 

Tarihi kayıtlardan anlaşıldığına göre, kimlikleri hakkında net bilgilere sahip olamadığımız Kimmerlerden sonra İslam öncesi Türklerinden bölgeye ilk defa geldiği kabul edilen kavim Saka(İskit)lardır. Karadeniz’in kuzeyi ile Tuna arasındaki alanda egemenlik kurmuş olan Sakalar’ın, Anadolu’yu ele geçirmek için, İran’da egemen olan Persler ile bir çok savaş yaptıkları, hatta ünlü destanları Alpertunga da bu savaşlara yer verdikleri bilinen bir konudur. Saka Türklerine ait olduğu kabul edilen Amazon Efsanesi”nin bir kalıntısı olarak, Giresun’da her yıl Aksu Şenlikleri ve Mayıs Yedisi kutlamaları yapılmaktadır. Aksu Deresi’nin denize döküldüğü noktanın karşısında bulunan adaya Amazon Adası denilmesi de bununla ilgili olmalıdır . Bölge ile ilgili olarak, Sakalardan daha önceye ait tarihi bilgiler çok net olmadığı için buna yer verme gereği yoktur. Ancak, Şebinkarahisartarihi üzerine yaptığı incelemeleri ile tanınan H. Tahsin Okutan’a göre, Hititler, Amazonlar ve Kimmerler’den kalma eserlere, Şebinkarahisar’ın ilk kurulduğu yer olarak kabul edilen İsola köyünde rastlanmıştır. İsola halkı, burada bir derebeylik idaresi altında yaşamakta iken, kuraklık ve kıtlık nedeni ile Ordu-Giresun arasındaki Karagöl çevresindeki yaylalara çekilmiş ve kıtlık bitinceye kadar da buralarda kalmışlardır. İsola kalesi, bir ucu sahile çıkan dar bir boğaz üzerine kurulmuştur. Sahile çıkan ikinci önemli geçit de Saydere mevkiinden geçen yoldur. Bu bilgilerebakarak Giresun-Ş.Karahisar yolunun miladdan önceki tarihlere kadar indiğini söylemek yanlış olmaz . Nitekim, Şebinkarahisar’ın Güneytepesi,Dişkaya,Akkaya ve Bozbayır mevkilerinde bulunan mağaralarda, bu bilgileri doğrulayacak kalıntılara rastlanmıştır. İlkçağ kavimlerinin sahil ile iç kesim arasındaki geçişini sağlayan başka kalıntılardan da söz edilebilir. Sözgelimi Eğriçimen yaylasının Yedipınarlar mevkiinde bulunan kalıntılar ile Yukarı Görede ile Gelengeç köyleri arasındaki höyüklerin Kimmerler’e ait olduğu kabul edilir. Bu durum bize, hakkında fazla bilgi sahibi olamadığımız Kimmerlerin ve sonra da Sakaların, MÖ. 7.yüzyıllara kadar inen tarihleri ile, bu bölgenin en eski kavimleri oldukları konusunda bir fikir vermektedir.

 

c)Pontus Uc’unda İlk Türk Yerleşimi: MÖ. 4.yüzyılda kurulduğu tahmin edilen Pontus krallığının sınırları içinde Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon ile iç kesimlerdeAmasya ve Tokat’ın bir kısmı da yer almaktadır ki, Kırık bölgesi de bu sınırlarıniçinde görülmektedir . Bu krallık, IV. Haçlı seferi sonunda(1204) İstanbul’dankaçan Bizans’ın imparatorluk hanedanı olan Komnenlerin Trabzon’a gelip yenibir devlet kurmasına kadar Pers İmparatorluğu’nun bir satraplığı (eyalet) olarak yaşamıştır. Bu zaman dilimi içinde en önemli nüfus hareketi, Kavimler Göçü ile doğudan batıya doğru yaşanan nüfus sirkülasyonudur. Bu olay, Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine akan Hun Türklerinden bir kısmının, Kafkasya’dan Anadolu’ya gelmesinin sebebi olarak bilinmektedir .

 

Yine bu zaman dilimi içinde, Karadeniz bölgesini fethetmek isteyen Müslüman Arapların akınlarından bahsetmek de mümkündür. Bu akınlar sırasında Müslüman Arapların, Bizans ordusunda ücretli askerlik yapan ve iyi savaşan unsurlarla karşılaşmasından söz edilmiştir ki bunlar hiç kuşkusuz, Peçenek Türkleridir.

Ama Müslüman Arapların bölgeye gelmesinden de çok önce Akhunlar, Hazarlar, Uzlar ve Gagauzlar gibi Türk unsurların buralara gelerek yerleştikleri, Karadeniz Ağzının fonetik ve morfolojik yapısından da anlaşılmaktadır .Tarihi verilere bakılacak olursa, yörede bulunan az sayıdaki Hıristiyan köylerinde yaşayanların da, buralara Bizans ve Pontus döneminde gelmiş ve fakat Müslüman olmadıkları için bahsi geçen iki devletin de baskısı yüzünden Hıristiyanlaşmış Türkler oldukları anlaşılacaktır.

 

Gerçekten de, İslamiyet’in kabulünden önce Çin ve Sienpi kavimlerinin baskısı yüzünden ana yurtları Ortaasya’dan batıya göç etmek durumunda kalan Turâni kitlelerin, o vakitler Anadolu’ya da egemen olan Romalılar/ Bizanslılar tarafından Hristiyanlaştırılarak askeri hizmetlerde kullanıldığına dair bilgiye, İslam öncesi Türk tarihini anlatan kaynakların ekseriyetinde rastlamak mümkündür. Turânî isimler taşıyan bir çok Hıristiyan köyüne bu bölgede rastlanılmış olması da bu rivayeti güçlendirmektedir. Malazgirt Meydan muharebesi sırasında, Bizans ordusunda paralı asker olan Peçenek Türkleri’nin Sultan Alparslan’ın ordusu safına geçtikleri ile ilgili tarihi kayıtları da,bu anlamda dikkate almak gerekir. Özellikle Komnenlerin egemenliği döneminde, Müslüman olmamış Türk unsurların Ortodoks kültürünü benimsemeye zorlandıkları ifade edilmektedir . Komnenlerden olan Aleksius ve Davit Komnen’in, Gürcü kraliçesi Tamara’nın desteği ile Trabzon merkez olmak üzere kurdukları Pontus Devletinin egemenliği döneminde, Şebinkarahisar ve çevresine Peçeneklerden Helkin ve Zara, Kumanlar’dan da Kolhit oymakları gelmiş, bu unsurların çoğu Karahisar, Tamzarave Zara’ya yerleşerek buralara kendi adlarını vermişlerdir. Yine Kumanlar’dan bir grup da Ş.Karahisar’ın Biroğul ve Avutmuş mahallesine yerleşmişler ve yarım asırdan fazla bir zaman buralarda egemenlik kurmuşlardır. Bu dönemde Şebinkarahisar’a  lgün(Helgün) veya Kaygün (Helkine) adının verildiği anlaşılmaktadır .

 

Anadolu’da Müslüman Araplarla Bizanslılar arasında yaşanan savaşlarda oluşan Avasım, Sugûr yahut Uç Bölgelerinde Bizanslılar Hıristiyanlaştırdıkları Türk unsurları, Abbasiler de İslamiyet’i kabul etmiş olan Türkleri asker olarak kullanmışlardır. Şebinkarahisar kalesinin de Karadeniz Hıristiyanlarına karşı bir nevi “Uç” olarak kullanıldığı bilinmektedir. Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in, üvey kardeşi İbrahim Yınal’ı, Pasinler muharebesinden sonra bölgeye gönderdiği ve 1048 yıllarında Yınal’ın Trabzon hinterlandını yağmaladığı bilinmektedir. Onun gerçekleştirdiği bu akın sırasında, Erzincan üzerinden Ş.Karahisar’a (o günkü adı Mavrokasteron) girdiği ve 1058’de de burada bir Türk idaresi kurduğu anlaşılmaktadır.

 

1059’da tekrar Pontusluların eline geçen Şebinkarahisar’ı geri almakla görevlendirilen Danişmentlü beylerinden Sevli Bey, Çarşamba, Ünya ve Giresun kalelerini ele geçirdikten sonra, muhtemelen Aksu vadisini yahut ona yakın bir yolu kullanarak içeri doğru yönelmiş ve Şebinkarahisar’ı tekrar geri almayı başarmıştır. Bu başarısı üzerine, Ünye, Giresun, Şebinkarahisar ve Kırık bölgesini içine alan havalinin yönetimi, Danişmend Gizi’nin damadı ve bu devletin önemli komutanlarından biri olan Sevli Bey’e verilmiştir. Bu egemenlik dönemi çok uzun sürmemişse de, kısa zaman içinde Kafkasya’dan gelen Türk oymakları veya bu oymaklara bağlı unsurlar muhtelif bölgelere yerleştirilmişlerdir. Kırık idari alanının bazı bölgelerinde, kurulmuş olan Müslüman mezarlıklarını, bu dönemin iskan faaliyetleri ile ilişkilendirmek mümkündür. Bahsi geçen mezarlık kalıntıları içinde bulunanşahidelerden bazılarına düşülen tarihler ile, Fatih döneminde oluşturulan Şeyh Mahmut Zaviyesi Vakfının sınırlarını belirleyen senette Tataristan meşhetleri olarak kaydedilen mezarlılklar bunu göstermektedir .

 

Tarihi kaynaklar, 1073-1074 yıllarında, Karadeniz yöresinin kırsal alanında Türkmenlerin fetih faaliyetlerinde bulunduklarını, 1080 yılında Danişmendlilerin, Samsun yöresini aldıktan sonra Kelkit vadisi boyunca ilerleyerek Bayburt’a hakim olduklarını, bir süre sonra da, Danişmendli beylerinden Emir Yakup ve İsa Böri’nin, bazı önemli merkezler hariç bütün Doğu Karadeniz bölgesine egemen olduklarını naklederler . Gerek bu dönemlerde gerekse daha sonraki zamanlarda Şebinkarahisar, havalisi ve kuzey hinterlandı sayılabilecek Kırık yöresine yerleştiği ifade edilen Türk oymakları olarak Afşarlar, Çepni(veya Çapan), Karaöylü, Kızık, Salur, Kınık, Çavdar, Kargın, Bayındır, Kürtün ve diğerlerini zikredilebiliriz. Bu oymakların, yerleştikleri bölgelere ya oymaklarının ya da saygın kişiler olan beylerinin, şeyhlerinin adlarını verdikleri de bilinmektedir . Komnenler’in kurduğu Pontus Devletinin, sınırlarını XII. Yüzyılda başlayan Çepni beylerinin akınları sebebi ile kuzeye doğru çekme gereği duyduğu anlaşılmaktadır.

XIII. yüzyılın ikinci yarısında ise, bu günkü Ordu vilayetinin, Giresun’un da güneyi ile Batlama Geçilik suyu hattının batısında kalan bölgenin tamamının fethedilip Müslüman Türk iskanına açıldığı bilinmektedir . Demek oluyor ki,  Giresun merkez ve onun doğusunda kalan topraklar Pontus sınırları içinde daha uzun yıllar Türk fütühatını beklerken, Şebinkarahisar, Kırık ve Bulancak coğrafyası İslamlaşma sürecine girmiş bulunuyordu. Başka bir ifade ile, Osmanlıya bağlanmazdan önce fethedilen bu bölgeler, İslam Tarihinin bir parçasını yaşamaya başlamışken, kuzey-doğuda kalan alan halen bir Hıristiyan beldesi özelliği ile başka bir tarihi süreç yaşamakta idi.

 

Bu bakımdan, Şebinkarahisar havalisinin ve Niyabet-i Kırık denilen idari bölgenin tarihi ile Giresun’un tarihini aynı konu başlığı altında değerlendirmek ve Kırık bölgesinin tarihini, bu günkü idari yapıya bağlı kalarak incelemeye çalışmak bir metod hatası oluşturabilir.

 

Şebinkarahisar ve sonradan ona bağlandığı bilinen Kırık bölgesinin tarihini Giresun’un tarihi ile birlikte düşünme ve inceleme alışkanlığı, buranın kurulduğu günden beri Giresun’a bağlı kaldığı zannından kaynaklanıyor olabilir. Oysa, XIX. yüzyılın son yarısında bağlandığı zamana kadar Şebinkarahisar’ın hinterlandı olan Kınık’ın, tam olarak Giresun ile ortak bir tarihinden söz etmek mümkün değildir. O halde Kırık’ın eski tarihini Giresun’un tarihi içinde aramak, doyurucu bilgilere ve tespitlere ulaşmamızı engelleyebilir.

 

Genel olarak bakıldığında burası; Osmanlı yönetimine girmezden önceki dönem, Osmanlı İdaresi  altına girdikten sonraki dönem ve Cumhuriyet idaresi altındaki dönem olmak üzere üç ana tarihi süreç yaşamıştır. İlkçağdaki siyasi durumunu yukarıda özetlemeye çalıştığımız bölgenin, Oğuz akınları ile başlayan, Osmanlı öncesi durumunu da eldeki bilgilerden yararlanarak ifade etmeye çalışalım:

Bu günkü Giresun ilinin sınırları içinde kalan Alucra, Şebinkarahisar, Çamoluk, Dereli ve Kovanlık Beldesi ile daha güneyde kalan Kelkit havzasının, Türkler tarafından, XI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yerleşim alanı olarak seçildiği, tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinden olan Danişmentli beylerinden Emir Yakup ve İsa Böri komutasındaki Türkmenlerin, Çoruh Kelkit havzasını takip ederek Ordu-Giresun-Trabzon kırsalında, faaliyetlerde ve akarsu vadilerini kullanarak sahile sarkma girişiminde bulunduklarını yukarıda ifade etmiştik.

 

Yöreye, güney istikametinden(Reşadiye-Ş.Karahisar) gelerek, 13.yüzyılın son çeyreğinde yerleşen en ünlü Oğuz oymağı Çepniler olmuştur. Latin saldırısından kaçan Pontus Rumlarının, bölgenin daha çok sahil kesimini iskana açmaları ise aynı yüzyılın başlarına rastlar . Bölge topografyasının nüfus hareketlerine güney-kuzey istikametinde imkan tanımaması ve göçebe Türkmenlerin daha çok yayla kalanları tercih etmeleri sebebiyle,ilk Türk yerleşiminin, fetihlerle beraber güney istikametinden olduğu dikkate alınacak olursa, kırsal alanın sahil kesiminden çok daha önce Türk yerleşimine açıldığı anlaşılmış olur. Buralara yerleşen Türkmenlerin, meskun oldukları yerlere kendi adlarını verdikleri bilinmektedir.

 

Söz gelimi Bayındır, Bulancak ilçesinin güneyinde yüksek bir köydür. Dereli’nin yüksek köylerinden olan Hapan Köyü, Peçenek Türklerine ait Kopan isminin bugün galatı olarak kullanılmakta olduğuna yukarıda da işaret etmiştik. Öte yandan, XI. yüzyılda bölgede akınlarda bulunan Danişmendlü Türkmenlerinden Sülü Bey’in adı da yine, Yavuzkemal beldesinin Süllü mahallesi olarak kullanılmaktadır. Bu ismin “sulak toprak” adından geldiği rivayeti ise zorlama bir yorumdur. Sülü Bey’in, Gümüşhane’de meskun olan Kürtün oymağına mensup bir kısım Türkmen’i buralara yerleştirmesinin anısına, Pınarlar köyünün bir mahallesi de yine Kürtün olarak bugün kullanılmaktadır .

 

1455 tarihli Ordu yöresine ait tahrir kayıtlarında Niyabet-i Kıruk İli’ne bağlı gösterilen karye(köy) ve mahallelerden bazıları Karadanişmend, Ahmetalanı, Kızıltaş,Menense (Melense), İğdir, Firuz (Güzyurdu) Bayramdanişmend, Sarıyakup, Kösehasan, Botar (Bodar), Kayaalanı (Kayalan) adları ile zikredilmektedir ki, bu isimlerin hepsi de, bir Türk Beyi’nin ya da doğrudan oymağın yerleştiği yer adı olarak bu gün bahsi geçen bölgede kullanılmıştır .

 

Bahsini ettiğimiz yer ve sair adların içinde Rum adının bulunmaması dikkat çekmektedir. Demek oluyor ki, Rum nüfusun bu bölgeye intikali, Müslüman Türklerin iskanından çok daha sonra olmuştur.

Osmanlı’nın hakimiyetine girinceye kadar geçen dönemde, Çepni Oymağının(yahut Beyliği) bölgeye egemen olduğu anlaşılmaktadır. Nüfus olarak bu oymağın hakim olduğu bölgelerde, müstakil bir beylik kurup kurmadığı meselesinde, neticeye ulaşılabilmiş değildir. Çepniler üzerine uzmanlığı ile tanınan Prof. Dr. Faruk Sümer’in araştırmalarına ve 1515 tarihli tahrir kayıtlarına dayanılarak verilen bilgilere bakılacak olursa Keşap, Dereli,Yağlıdere, Görele, Çanakçı, Tirebolu, Kürtün ve Eynesil’i de içine alan bölgede, bir Çepni beyliğinden söz etmek mümkündür .Ancak Kırık bölgesine gelerek buraları iskana açanların,Sinop tarafından Niksar ve Canik havalisine gelen Çepniler olduğu akla daha yatkın durmaktadır.

 

Bölgenin Osmanlı hakimiyetine girdiği dönem Yıldırım’ın Canik bölgesini ülke sınırlarına dahil ettiği zaman dilimine rastlar. Bu kısma girmeden önce Kırık bölgesini de içine alan bu coğrafyada hangi Türk beyliklerinin egemenlik kurduğunu tespit etmemiz, konuyu kolay aydınlatmamızı sağlayacaktır:

 

Merkezi genellikle Erzincan olan ve Mengücük Gazi tarafından Malazgirt muharebesindenhemen sonra kurulduğu bilinen bu beyliğin en geniş olduğu dönemlerde, Erzincan,Gümüşhane,Divriği, Kuzey Tunceli ve Giresun’unun güney kısımlarını içine alan bölgeye egemen olduğu anlaşılmaktadır. 63 yıl hüküm sürmüş olan Behramşah’ın oğullarından Muzaffereddin Mehmed, Şebinkarahisar(Kolonea)’da hüküm sürmüştür. Kırık bölgesinin bu dönemde göçebe Türkmenler tarafından yaylak ve güzlek olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir .

 

Merkezi Niksar olan Danişmentlü Beyliğine bağlı Türkmenlerin, Pontus Rumlarına karşı yürüttükleri gazâ faaliyetlerinde, Kıruk bölgesinin bir geçiş koridoru olarak kullanılmış olabileceğini, mevsuk bir kaynak olmasa da, tahmin etmek zor değildir. O günün şartlarında savaşlar yazları ve açık alanlarda yapılmakta olduğuna göre, daha kuzeyde yer alan sık ormanlık alanlar yerine yüksek yaylaların savaş alanı olarak seçilmiş olması zorunluluğu da, bu ihtimali kuvvetlendiren bir unsur olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Çepni beyi Süleyman Bey’in bölgeyi fethinden(1397) sonra yapılan tahrirlerden de anlaşılacağı gibi, bu dönemlerde bölgede Rum nüfus bulunmamaktadır. Bu durum bize, Pontus Rumlarının Kırık bölgesinde bu dönemde meskun olmadıklarını gösterir. Ancak Şebinkarahisar ve Suşehri gibi bölgeleri elde etmek için, iki taraf arasında yapılan mücadelelerde, coğrafi bir zorunluluk olarak geçiş koridoru yerine kullanıldığını söylemek mümkündür.

 

Giresun Merkez ilçeye bağlı Tekkeköy’de türbesi bulunan Yakup Halife’nin, Süleyman Bey ile bölgeye gelip yerleşen Çepnilerin içinde bulunduğu ve zaman zaman Kelkit vadisinden sahile inerek gaza faaliyetinde bulunan akıncıların varlığına dair bilgiler dikkate alındığında, bölgenin bir nevi yazlık “üs” gibi kullanılabileceği ihtimali de dikkatlerden kaçmamalıdır. Değerli bilim adamı Mustafa Kafalı’nın naklettiğine göre, 11.yüzyılın başlarında Selçuklu Ordusundan bir kol Malatya istikametinde fetihlerde bulunurken, Emir Dinar komutasındaki diğer kol da, Pontus egemenliğinde olan Şebinkarahisar ve yöresi üzerine yürüyerek önemli faaliyetlerde bulunmuştur. Sultan Melikşah’ın da Karadeniz sahiline kadar ulaştığı ve burada bölgenin, nesline yurt olması için dua ettiği rivayet edilmektedir. Bu bilgilere bakarak diyebiliriz ki, Şebinkarahisar ve çevresi, Kırık yöresi Osmanlı idaresine girmeden önce Türk-İslam kültürü ile tanışmış ve buralar Türk yurdu haline getirilmiştir.

 

2-Niyabet-i Kıruk:

a)Osmanlı İdaresi: Osmanlı idaresine girmesinden önce Canik (yahut Canit) bölgesi, merhum Uzunçarşılı’nın tespitine göre Ordu vilayetini de kapsayan iki kısımdan oluşmakta idi. Bunlardan birisi, Samsun Çarşamba bölgesini içine alanSivas Caniği iken, diğeri Niksar, Ünye, Fatsa ve Şarkikarahisar’ı içine alanKarahisar Caniği’dir. Bahsini ettiğimiz bu bölgenin idaresinde farklı zamanlarda egemenlik kuran üç önemli beylikten söz edilebilir. Bunlar Taceddinoğulları, Hacıemiroğulları(Bayramlu) ve Şebinkarahisar Beylikleridir.

 

Merkezi Niksar olan Taceddinoğulları Beyliği, İlhanlı hakimiyetinin zayıflaması üzerine Ortaanadolu’da bağımsız hareket eden Eretna(Kadı Burhaneddin ) devletine vergi ve asker göndererek egemenliğini sürdürebilmiştir. Niksar’dan başka Ordu, Şarkikarahisar, İskefser (Reşadiye) bu beyliğin egemenlik alanı içindedir.

 

Taceddinoğulları beyliğinin doğusunda, Giresun merkez köyleri ile Bulancak veKırık bölgesini içine alan bir diğer beylik de Hacıemiroğulları’dır. Bu beylik Osmanlı’ya bağlandıktan sonra Vilayet-i Bayramlu adını almıştır. Hacıemir Bey’in oğlu Bayram Bey’in tipik bir uç beyi olarak Trabzon Rum Devleti’ne karşı yürüttüğüetkin mücadeleler nedeniyle bu devlete “Bayramlu” da denilmiş olmalıdır. İşte Kırık ve çevresindeki alanlar bu beyliğin emirlerinden olan Süleyman Bey tarafından 1397’de fethedilmiştir.

 

Şebinkarahisar ise, tam anlamıyla müstakil bir beylik olamamış, genellikle bölgedehakim olan Türk devletlerinin emirleri tarafından idare edilmiştir. İlhanlıdevletinin vezirlerinden olan Çoban Bey’in torunu Şeyh Hasan-ı Küçük, bir araburada bağımsızlığını ilan etmiş ve 1338 yılına kadar bağımsız kalmıştır. 1343’de Eretna devletine bağlanan Şarkikarahisar, Osmanlı idaresine geçinceye kadar Erzincan Mutahharten Emirliği ile Melik Ahmet ve Akkoyunlular(1422) arasında egemenlik mücadelesinin alanı olmaktan kurtulamamıştır. Kırık bölgesinin Osmanlı idaresine girmesinden üç çeyrek asır sonra, Fatih’in Otluk beli Savaşı dönüşünde uğradığı şehirde, kale dizdarı Darab Bey’in şehrin anahtarlarını teslim etmesi ile burası Osmanlı’nın Şarkikarahisar sancağı haline dönüştürülmüştür.

 

Şarkikarahisar’ın sancak olması ile Kırık bölgesinin de buraya bağlandığı anlaşılmaktadır Kırık bölgesinin Şarkikarahisar’a bağlanmasından önce, Türk unsurların buraya ne şekilde yerleştiklerine dair bilgileri aktarmaya çalışalım:

 

Kösedağ Savaşı(1243)’ından sonra A.Selçuklu Devleti’nin zayıflaması üzerine, müstakil hareket etmeye başlayan Türkmen beylerinden bir olan Niksar Hacı Emirli Beyliği, Kelkit vadisini takip ederek kuzey-doğu istikametinde genişlemeye başlamış;  beyliğin emirlerinden olan Süleyman Bey, 1397’de Reşadiye(İskefsir), Ş.Karahisar ve Kürtün taraflarında faaliyette bulunarak, buralardaki Çepni ve diğer Türkmen oymaklarını kendisine bağlamıştır. Ayrıca bu fetihten sonra, Eymir, Kargın, Alayuntlu, Bayındır, İğdir,Döğer gibi başka Türk oymaklarının da bölgeye yerleştiği, Kırık bölgesinin de asıl bu dönemde meskun hale getirildiği anlaşılmaktadır. Yerleşimin bu kadar eski olmasına karşın, tarihi eserlerin yetersiz olmasının iki sebebinden söz edilebilir. Bunlar, yapı malzemesi olarak taşa ihtiyaç duymayacak kadar bol ve kolay kullanılabilen ağacın tercih edilmesi ve Türkmenlerin konar-göçer yaşayışını çok geç bırakmış olmaları. Hacı Emirli Beyliği’nin, bir diğer Selçuklu beyliği olan Kadı Burhaneddin Eretna Devleti’ne bağlanması ile, buralar da İskefsir idari alanının içinde bahsi geçen devletin topraklarına katılmıştır. Kadı Burhaneddin’in ölümü üzerine, Eretna Devleti’nin toprakları Osmanlı’ya bağlanmış(1399), Ancak Yıldırım’ın Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmesi ve Anadolu’da siyasi birliğin dağılması üzerine bölgede, Hacı Emiroğulları’nın hükmü, zayıflayan Osmanlı yönetiminin önüne geçmeye başlamıştır . 11 yıl süren otorite eksikliğinden sonra, Osmanlı yönetiminin buralarda yeniden tesis edildiği, 1427’de yeniden Osmanlı idaresinin kurulduğu 1455 tarihinde yapılan tahrir kayıtlarından anlaşılmaktadır. Söz buraya gelmişken ırık nahiyesinin tarihine ışık tutabilmek ve İslamlaşmayı sağlayan Türk dervişlerinden bahsedebilmek açısından, bahsi geçen tahrir defterindeki kayıtları daha yakından analiz etmemiz gerekmektedir.

b)Niyabet-i Kırık’ta Yerleşim: Ordu-Giresun ve çevresinin tarihi kaynakları üzerine yaptığı araştırmaları ile tanıdığımız Bahaddin Yediyıldız ve Ünal Üstün’ün, Ordu Yöresi’nin Tarihi Kaynakları-I adı ile neşre hazırladıkları 1455 tarihli tahrir defterinde, Canik-i Bayramlu sancağının 22 idari bölümü bulunmaktadır. Bunların en önemlileri, Geriş-i Bucak(Ordu merkez),Niyabet-i Ordu, Bölük-ü Bedirlü(Ordu), Bendehor(Kovanlık), Niyabet-i Hafsamana (Gölköy), Bölük-ü Fidaverende (Aybastı-Kabataş), Niyabet-i Satılmış(Perşembe-Efirli), Niyabet-i Çamaş (Çamaş), Niyabet-i Geriş-i Bolaman(Bolaman), Niyabet-i Ulubeylü (Ulubey), Nahiye-i Milas(Mesudiye), Niyabet-i Kebsil (Bulancak”n bir kısmı), Niyabet-i İskefsir(Reşadiye) ve Niyabeti- Kıruk İlidir. Konumuzun merkezini oluşturan Kırık yöresinin belli başlı yerleşim alanları ise şu şekilde verilmiştir:

Kızılcaviran: Timar-ı İnâyet Ağa olarak kayıtlarda yer aldığına göre, bu günYuva Köyüne bağlı İnâyet mahallesi olmalıdır. Nitekim yöre üzerine kayıtlı tapularda da burası İnayet olarak geçmektedir. Geniş çayırlık alanların bulunduğu bu bölgede, bir çok ev yeri, körük ve seramik kalıntılarının bulunması, yerleşimin eskiye dayandığının önemli bir delili olarak kabul edilebilir.

Buraya, Osmanlının son zamanlarında Rum aileler de getirilip yerleştirilmiştir ki, bu ailelerin en şöhretlisi, 1904 kayıtlarına göre Kırık nahiyesinde meclis azası olarak da görev alan Kırçıloğlu Anastas Ağa olmalıdır. Bu zat, Milli Mücadele yıllarında Pontus Rum Cemiyeti ile iş birliği yaptığı gerekçesi ile Osman Ağa tarafından idam ettirilmiştir .

Nenelü: Kızılcaviran ve İnayet Ağa tımarına bağlı olduğu tahrir kaydından anlaşılan bu yerleşim yerinin, bu günkü Güzyurdu Köyünün bir mahallesi olarak aynı adı kullanmaya devam ettiği bilinmektedir. Her iki yerleşim bölgesinde de Rum adı ve haraci vergi kaydı yoktur.

İşren(eşeren): Tahrir kayıtlarında Bi-ism-i Yuva-yı küçük olarak zikredildiğine göre, bu günkü Yuva Köyü olmalıdır. Çevre ve köy halkının eskilerinden duydukları da bu tespiti doğrulamaktadır. F. Sümer, Yuva adının Kaçar boyuna bağlı başlıca obalardan biri olan “Yıva”adından geldiğini zikreder. Gerçekten de Anadolumuza ilk yerleşen başka Türkmen grupları içinde bu ada rastlamak mümkündür. Buna bakarak Yuva adının böyle bir tarihi kökeninin olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Hoşkadem Ağa’nın tımarı olan Yuva karyesinde biri bekar toplam 10 nefer bulunmaktadır. Tahrirde Tanrıvermişoğlu Pir Ahmet, Şeykemoğlu Mevlânâ Yusuf Fakih, Bedir Fakihoğlu Mevlânâ Hasan Fakih, Mevlânâ Musa Fakih, Sevündükoğlu Şeyh Pay ve Pir Aziz Fakih adları zikredilmektedir. Bu kişilerin hayatları hakkında yeni bilgilere henüz ulaşamadık. Ancak bu isimlere bakarak, çevrede Türk dervişlerinin ne kadar etkin olduğu konusunda bir fikir edinmiş olabiliriz.

Farsalanı: Bu ismin yer adı olarak hangi yerleşim birimine ait olduğunu henüz tespit edemedik. Halkın ifadesine göre burası, Hapan köyüne bağlı Gartalan mahallesidir. Kozalanı(guzalan) ınarlar köyünün bir mahallesidir. Halk dilinde Kürtün olarak da bilinen bu bölgeye, Kürtün Oymağının bir kısmının gelip yerleştiğini düşünmek mümkündür. Söz konusu tahrir kaydında burası ile ilgili olarak, Şeyh Kerameddinoğlu Şeyh Seydi Ali, onun kardeşi Seydi Ahmet ve Ahmet Karahisarî adları zikredildikten sonra “derviştirler muaftırlar” denilmektedir(s.394).

Menense(Melense): Bu günkü Konuklu Köyünün en eski mahallelerinden birisidir. Tahrir kaydında Köse Hasan Karye olarak zikredilmektedir. Ancak burasının sonradan Melense karyesinin merkez mahallesi haline getirildiği Şeyh Mahmut Zaviyesi vakfiyesinden anlaşılmaktadır.

İğdir: Konuklu’nun bir mahallesidir. Bahsini ettiğimiz tahrir defterinde bu ad başka yerler için de kullanılır. Faruk Sümer’in Tirebolu üzerine yaptığı çalışmada, bu ismin Oğuzların 24 kolundan birisi olarak kaydedildiğini yukarıda da zikretmiştik. İğdir adını, Selçuklu dönemi Anadolu’sunu konu eden başka kaynaklarda da yer ve topluluk adı olarak bulmak mümkündür.

Ahmetalanı: Yavuzkemal(belde olmazdan önce Şıhlar Köyünün)’in bir mahallesi olan bu yerleşim alanında 14 nefer bulunmaktadır. Demek ki geniş bir yerleşime sahiptir. Burada da Ali Fakihoğlu Şeyh Hasan adında bir Türk dervişinden söz edilmektedir.

Bayramdanişmend: Yavuzkemal’in bir mahallesidir.

Karadanişmend: Hoşkadem Ağa’nın Timarıdır. Bu gün Yavuzkemal’in bir mahallesidir. 4 nefer olduğuna göre küçük bir yerleşim alanıdır

Şebsatan: (Karakölüs ve Külahlı) olarak da zikredilmektedir. Buranın da bu günkü karşılığını henüz tespit edemedik.

Karakoca: Karakoç adına, başka kaynaklarda, başka yerlerin adı olarak da rastlamak mümkündür. Nitekim bahsini ettiğimiz tahrir defterinde Niyabet-i Kebsil(Bulancak’ın bir kısmı) içinde ayrı bir yer adı olarak zikredilmektedir. Ancak Kırık idari alanı içindeki Karakoca, bu gün Konuklu köyünün bir mahallesi olan Karakoç yerleşim alanı olmalıdır. Zira nefer sayısı ve yerli halkın ifadeleri bunu doğrulamaktadır.

Derecikalanı: Burası Kovanlık beldesi sınırları içindedir. Buna bakarak, Tahrir kaydının yapıldığı bu dönemde Niyabet-i Kırık’ın sınırlarının en az Kovanlık’a kadar uzandığını düşünmek mümkündür.

Sarıyakup: Kızıltaş yakınlarında bir köydür. Burada Şeyh Hamza adında bir Zaviye mensubunun yaşadığı zikredilmektedir.

Botur me’a Kayaalanı: Yavuzkemal belde merkezi olan Bodar ile Kayaalanı mahallesidir. Bu iki yer de Şeyh Mustafa Vakfıdır. Kırık bölgesinin yapımı en eski olan(1796) camii buradadır.

Karye-i Şeyh: Burası,Şeyh Mustafa zaviyesi vakfı olan Şıhlar olmalıdır. Şeyh Mustafa’nın burada yaşadığı ve irşadını da buradan sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Akkoyunlu hükümdarına, dizini örs yerine koydurup demir dövdürerek kerametini gösterdiği şeklindeki rivayetin izafe edildiği zatın bu olduğu düşünülebilir. Şıhlar köyü halkının Şıhoğulları, Kadıoğulları ve Alaaddinoğulları adlı sülalelerden teşekkül ettiği kabul edilir.

Kızıltaş: Şeyh Mustafa’ya ait olduğu ileri sürülen türbe bu köydedir. Köy halkı, atalarının İran’dan buraya geldiğine inanır. Bu isimlerin dışında bu günkü karşılığını bulamadığımız Farsalanı,Göksa,Depealanı, Saruilbey, Kaşukçıalanı, Köylü, Tomi,Sevliköy, Babalu, Bartmış, Canitalanı gibi yerleşim alanları da bulunmaktadır.

 

Ayrıca, sonraki yıllarda kurulduğu anlaşılan ve bu yüzden de bahsi geçen tahrir kaydında adı zikredilmeyen, adını bir Türkmen beyinden/yahut oymağından aldığı anlaşılan bu günkü Güzyurdu Köyünün Feroğuz mahallesi olan Karye-i Firuz; Adını Kürtün Oymağına bağlı bir Türk beyi olan Sülü Bey’den alan ve bu gün Yavuzkemal’in bir mahallesi olan Süllü; Yine Yavuzkemal’in bir mahallesi olan Hapan isminden bahsedilmemektedir. Kuruluşu çok eski olan Hapan isminin tahrirde kullanılmaması, buraya bağlı mahallelerin adlarının ayrı ayrı zikredilmiş olmasından da kaynaklanmış olabilir.

 

Bu isimlere bakarak, Niyabet-i Kırık’ı genel olarak, Firuz(Feroğuz mahallesi/ Güzyurdu)-Derecikalanı (Kovanlık)-Bektaş-Kulakkaya-Süllü-Kürtün (Pınarlar)-İkizsu (ikisu)- Kızıltaş köylerini de içine alan genel bir coğrafya olarak tarif etmek mümkündür. Bu coğrafyanın genel özelliğine bakıldığında; bu günkü Dereli ve Bulancak ilçelerinin yüksek köyleri ile Karagöl Dağı’nın güneyinde kurulan yüksek platolardan oluşmuş, tarıma fazla elverişli olmayan, o günün göçebe Türkmen kültürüne de uygun olarak hayvancılığa elverişli bir arazi yapısına, bitki örtüsüne ve iklim şartlarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, Türkmenler daha güvenli ve hayvanlarını rahatça otlatabilecekleri bu bölgeyi; gür ve dikenli bir bitki örtüsüne sahip, denizden saldırılara açık sahile bakan alanlardan daha önce yurt olarak tercih etmişlerdir.

 

Niyabet-i Kırık denilen bölgede tam anlamıyla köy hayatının hakim olduğunu,  bu yüzden değerlendirmelerimizi o dönemin köy hayatına göre yapmamız gerektiğini hesaba katarak; Osmanlı tarım toplumunun çekirdeğini oluşturan köylülük ile ilgili kısa bir analiz yapabiliriz:

 

c)Niyabet-i Kırık’da Köy Hayatı: İncelediğimiz dönemde, genel olarak bölgenin yüksek kesimlerinde ve Niyabet-i Kırık kapsamında, halkın yarı göçebe bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Çok dağınık olan köy hayatında “karye” olarak isimlendirilen yerlerin çoğunda, hane sayısı 25’i geçmemektedir. Hatta bu bazı  yerlerde, arazi şartlarının elverişsizliği ve ekilebilir alanların yetersizliği nedeni ile bu 3’e kadar inmektedir. Tahrir kayıtlarına da yansıdığı gibi köy nüfusu içinde Rum unsur bulunmamaktadır. Köylerde genel olarak hayatı yönlendiren ve halkı idare eden kimseler, Köy imamı, Sipahi, Kethüdâ ve varsa Zaviye şeyhi yahut onun ve Kadı’nın nâibidir. Kethüda, genellikle yaşlı ve saygın kimselerden seçilir, köyde “gençler ocağı”nı teşkil eder, içlerinden birini de yiğitbaşı atar; böylece toplum-devlet iç içeliğinin güzel bir örneği teşekkül etmiş olurdu . Mezralar ve karyeler arasındaki ilişkileri dar ve elverişsiz yamaçlardan geçen atyolu denilen yollar sağlamaktadır.

 

Buraların vergilendirilmesi ile ilgili olarak, öküz sayısına göre ifade edilen arazi taksimatında, bir çift öküzün işleyebildiği araziye Çiftlik, bunun yarısı kadar olan yerlere nim ve bunun da yarısını oluşturan ekilebilir yerlere ise ekinlü denilirdi. Yapılan kayıtlardan anlaşıldığına göre Kırık da, bir çift öküzün işleyebildiği genişlik miktarınca çiftlik çok yoktur. Bunun sebebi arazi şartlarının elverişsizliği ve ekilebilir alanların darlığı olmalıdır.

 

Ayrıca, ilk Türk nüfusunun yerleşiminden 60-70 yıl sonra yapıldığı anlaşılan 1455 tarihli tahrir kaydında belirtildiğine göre, vergilendirilebilir ve vergiden muaf hane göz önünde bulundurularak tespit edilebilen nüfusun da çok yoğun olmadığı anlaşılmaktadır .

 

Niyabet-i Kırık içinde faaliyet gösteren Şeyh Mustafa, Şeyh Hamza ve Şeyh Mahmut Zâviyelerinin bölgedeki etkinliğini, mahallelere yayılmış olan şeyh, pir, derviş, halife, fakih gibi unvanlara bakarak tespit etmek zor değildir. Ancak hemen ifade edelim ki, kayıtlarda çokça yer alan bu isimlerin gerçek anlamda, bir tarikat şeyhi anlamına gelmediğini, daha çok bilge kişileri, derviş meşreplileri ve din görevlisi kimseleri ifade etmek için kullanıldığını söylemeliyiz . Kökünün Horasan/Türkistan olduğunu yukarıda ifade ettiğimiz halk kültürünün, özellikle bu zâviyeler aracılığı ile dinamik kaldığını, kuşaktan kuşağa coşkulu ve sözlü öğreti ile aktarıldığını görmekteyiz. Anadolu’nun başka yerlerinde olduğu gibi, bu bölgede de derviş unsurların, toplumun her kesiminin yaklaşamadığı ıssız bölgelere girdikleri, gayri müslim unsurlar arasına girerek, mistik musiki ve raksın cezbedici ortamında etkiledikleri topluluklara Türk-İslam kültürünü aktardıkları anlaşılmaktadır. O günün Anadolu’sunda hemen her beldede rastlanan bu türden zâviyelerin Pontus  sınırında bir nevi UÇ özelliği taşıyan Niyabet-i Kırık ve Karahisar yöresinde de İslamlaşma/Türkleşme hareketinin motorize unsuru oldukları görülmektedir.

 

d)Niyabet-i Kırık’ta Türk Dervişleri: Karahisar-ı Şarkî ve Niyabet-i Kırık isimleri ile tarihimizde yer almış olan bölgenin demografik, sosyal ve ekonomik tarihini ilgilendiren tespitler yapmamıza yarayacak olan en önemli döküman, şimdilik 1455 tarihli tahrir defteridir. Bilindiği gibi tahrir defterleri, nüfus sayımı yapılmak üzere değil, vergilendirilebilir yetişkin erkek nüfusu tespit amacı ile hazırlanmıştır. Bu bakımdan bölge ile ilgili tahrir defterinde, büluğ çağının üzerindeki evli ya da bekar(mücerred-caba) erkek vergi mükellefi olabilecek kimselerin ismi kayıt altına alınmıştır. Bunların yanında vergiden muaf tutulan müsellemler ve genellikle “derviştirler muaftırlar” şeklinde ifade edilmiş olanlar da vardır. Bunlardan asıl üzerinde durmayı düşündüğümüz, bölgenin İslamlaşmasını da sağlayan sûfî unsurların konumları ve etkinlikleridir.

 

Kaynaklarda daha çok Horasan Erenleri ismi ile anılan Türk derviş kitlelerinin, Ahmet Yesevî-Türkistan ekolüne bağlı kimseler olarak, Anadolu’nun Bizans ve Pontus sınırlarında gaza faaliyetlerini yürüttükleri bilinmektedir. Tarihimizinklasik kaynaklarını oluşturan Aşıkpaşazâde, Neşrî ve anonim Tevârih-i Âli Osman gibi eserlerde çokça zikredilen, bu Kolonizatör Türk Dervişleri’nin, Karadeniz’in bu yöresinin İslamlaşmasında ve bir Türk-İslam beldesi haline gelmesinde öncelikli katkılarının olduğu kesindir. Özellikle Moğol İstilalarının sebep olduğu göçler sırasında Mâverâünnehir, Harezm ve Horasan menşeli değişik dinî-sûfî hareketlere mensup kitlelerin Anadolu’da Malatya, Konya, Kayseri, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan gibi merkezlere yerleşip zâviyeler kurduklarını; buralara geldikleri bölgelerin adlarını taşıdıklarını biliyoruz .  Bu Türk derviş kitlelerinin bir kısmının şehir hayatına uygun olarak Mevlevîliği, Kübreviliği benimsediklerini, bir kısmının da yarı göçebe kültürünün mecbur ettiği hayat tarzına uygun olarak Yesevi/Bektaşi kültü ekseninde toplandıkları tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır .

 

Muntazam olarak ilk Türk yerleşiminin gerçekleştiği tahmin edilen 14.yüzyıl başlarında Kırık yöresinde,Yesevi/Bektâşi ekolüne bağlı Türk dervişlerinin ve az sayıda da Âhi mensubunun varlığını kuvvetli bir ihtimal olarak kabul etmek mümkündür.

 

Gerek bölge topoğrafyasına gerekse söz konusu tahrir kayıtlarında adı geçen sûfi unsurların kullandığı adların taşıdığı etimolojik özelliklerine bakılarak, yerleşik sufi ekollerin buralarda yer etmediği, daha çok göçebe sufiliğinin yaygın olduğu kabul edilebilir. Zira henüz istikrara kavuşamamış, sürekli Ortodokslarla mücadele eden, hareketli özelliği ile daha çok UÇ bölgesi niteliği taşıyan Kırık yöresindeki sufi unsurların, yerleşik medrese kültürüne uygun tasavvufi cereyanlar ile uzlaşamayacağı kesin gibi görünmektedir. Bunun yanında yaptığımız arazi  taramalarından, bahsi geçen tahrir kayıtlarında sıkça yer alan unvanlardan,  Şeyh Mustafa ve Şeyh Mahmut Zaviyelerine ait, ancak bilimsel analizi tam olarak yapılamamış kroniklerin içerdiği kavramlardan bu neticeye ulaşmamız mümkündür.

Ortodoks kültürünün bölgeden çıkartılarak İslamlaşmayı sağlayan Türk dervişlerinin bu bölgede mensup oldukları Şeyh Mustafa Zâviyesinin nerede kurulduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Ancak, halk arasında varlığını halen sürdüren menkıbelerden anlaşıldığına göre Şeyh Mustafa, tahrir kaydında Mezra’a-i Şeyh, Vakf-ı zâviye-i Şeyh Mustafa olarak zikredilen ve bu gün Yavuzkemal Beldesi’nin bir mahallesi olan Şıhlar köyünde yaşamış olmalıdır. Arşiv kayıtlarına bakılarak yapılan yorumlarda, o gün Niyabet-i Kırık kapsamında yer alan Kızıltaş karyesindeki türbenin Şeyh Mustafa’ya ait olduğu da ileri sürülmektedir. Sözünü ettiğimiz tahrir kaydında Karye-i Göksa, Karye-i Botar, Mezra-i Kayalan, Mezra-i Şeyh, Karye-i Depealan gibi yerlerin rüsûmunun bu zâviyeye vakfedilmiş olması, Şeyh Mustafa’nın Niyabet-i Kırık’ta etkin bir manevi gücünün olduğunu bize göstermektedir. Öte yandan, Otlukbeli Savaşı dönüşünde Karahisar’a uğrayan Sultan II.Mehmet’in talimatı ile Karahisar kadısının riyasetinde oluşturulan bir heyet tarafından Şeyh Mahmut Zaviyesi adına tanzim edildiği anlaşılan vakfiyeden çıkarabildiğimiz kadarı ile, Şeyh Mustafa’nın amcası oğlu olan Şeyh Mahmut da Köse Hasan Mezrasında bir zâviye tesis etmiş ve bu zâviyenin müştemilatından medrese, mescid ve su kuyusunun bakım, onarım hizmetlerini yürütecek, personelinin iaşesini sağlayacak, bir vakıf tesisi maksadı ile padişahın huzuruna çıkmıştır. Padişahın huzuruna çıkmayı gerektirecek derecede ciddi bir durum olduğuna göre, bahsi geçen olay, konumuz bağlamında önem arzetmektedir. Çevredeki mezralardan devletin aldığı vergilerin Şeyh Mahmut Zaviyesine aktarıldığını, söz konusu zaviye adına tanzim edilen vakfiyeden ve sonraki yıllarda mahkeme ilamından anlamak mümkündür. Eldeki bilgiler onun bu günkü Konuklu Köyü’nün Kösehasan mahallesinde yaşadığını hatta burada medfun olduğunu bize göstermektedir. Ancak kabrinin yeri konusundaki bilgiler güvenilir değildir. Bazıları onu, Alucra’nın Boyluca (Zun Karyesi) köyündeki Şeyh Mahmut (Çağırgan Veli) ile buluştururlarsa da, bunların aynı kişiler olup olmadığını netleştirebilecek belgeye henüz ulaşılamadığından, bu hususta kesin şeyler söylemek mümkün olmamaktadır.

Şeyh Mustafa ve Şeyh Mahmut’tan başka, aynı dönemde yaşadığı anlaşılan ve vergi muafiyeti olan Karye-i Kozalan’da meskun Şeyh Kerameddin, Karye-i Sarıyakup’da meskun Şeyh Hamza, Seydi Ahmet Karahisârî, Mevlânâ Mehmet Fakih; Mezra-i Köse Hasan’da Şeyh İdris; Botar’da Şeyh Saru, İmam Hamza Fakih, Şeyh Hüseyin, Mevlânâ Abdullah; Derecikalan’da Naib Mevlânâ Nebi Fakih; Sevliköy’de Şeyh Bahşayiş ve Karye-i Yuva’da Bedirzâde Mevlânâ Hasan Fakih, Mevlânâ Musa Fakih gibi başka isimlerden de söz edilmektedir . Ancak bunlar hakkında, elimizde yeterli bilgi olmadığından yorum yapmak mümkün olamamaktadır. Şu kadar var ki, Faruk Sümer’in titiz araştırmalarından da aldığımız cesaretle, bahsi geçen Türk dervişlerinin Sünni olduğunu, karye ve mezralarda Sünni olmayan unsurların varlığını çağrıştıracak bir belge henüz bulunmadığını ifade edebiliriz.  15 ve 16.yüzyıllarda yaşadıkları anlaşılan Şeyh Mustafa ve Şeyh Mahmut’un, Akkoyunlular ile Osmanlılar arasındaki savaşı önlemeye çalışan ve bu konuda Uzun Hasan’ı uyaracak kadar karizmatik bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılan Halveti tarikatının önderlerinden Pir Muhammed Erzincanî ile bir ilişkilerinin olup olmadığını ise şimdilik bilemiyoruz.

 

Neticede hangi meşrebe bağlı olurlarsa olsunlar, öyle anlaşılıyor ki, bir UÇ bölgesi niteliğine sahip olan Karadeniz’in bu yüksek beldesinde, Orta Asya step kültürünün hareketli ve o nispette de mistik karakterini yansıtan kitlelerin, yönlendirilmesi ve günlük hayatlarının düzenlenmesinde, devlet ile olan ilişkilerinde bu başbuğ velilerin göz ardı edilemeyecek önemde katkılarının olduğu kesindir.

 

3-Karahisar-Kırık İlişkisi:

 

a)İdari Durum: Niyabet-i Kırık, başlangıçta Canik sancağı sınırlarının batı kısmını teşkil ederken, daha sonraları, Şarkî Karahisar sancağı içine alınmıştır. Fatih döneminde hazırlanan Şeyh Mahmut Vakfiyesinde, Şarkikarahisar sancağının bir nahiyesi olarak gösterilmesi bunu doğrulamaktadır. 1866 tarihli salnâme kayıtlarına göre, Pir Aziz, Akköy(Bulancak) ve Keşap ile birlikte Kırık nahiyesi de, Sancak statüsüne çıkarılan Giresun’a bağlanmıştır.

 

1871 yılında belirlenen idari görevlendirmede, nahiyenin ilk müdürlüğüne Mahmut Ağa, 1901’den sonra Mehmet Pir Efendi getirilirken, bölge eşrafından Hasanusta-zâde Hacı Hasan Ağa, Fatsalı-zâde Ahmet Tevfik Efendi,Kafangelesoğlu Yani Ağa ve Kırçıloğlu Anastas Ağa da nahiye meclisine âza olarak seçilmişlerdir. Bahsini ettiğimiz idari alan içinde zamanla iki yayla-şehir yerleşimi oluşmuştur

Bunlardan biri, konu ettiğimiz dönemin bir kısmında idari alanın nahiye merkezi olan, bu gün yayla olarak da kullanılan Kulakkaya, diğeri ise Bektaş yaylasıdır. Her iki yerin de kuruluş tarihi kesin olarak bilinememekle beraber, buraların Giresun iskelesi ile Şebinkarahisar arasında şap madenlerinin nakliyle oluştuğu anlaşılan, ticaret yolu nedeni ile önem kazanıp şehirleştiği söylenebilir.

1 Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan karışıklıklar sırasında, bölgede devlet otoritesinin kaybolmasını fırsat bilen Rumların, hayal ettikleri Pontus devletinin oluşumunu sağlamak için nüfus üstünlüğünü ele geçirme çabalarının bir sonucu olarak,Müslüman halkı göçe zorlayıcı faaliyetlere girmeleri,Kırık bölgesinin güvenliğini tamamıyla sarsmış ve giderek Ş. Karahisar -Giresun yolu canlılığını kaybetmiştir. Bu yüzden Kulakkaya ve çevresi Cumhuriyet idaresi kuruluncaya kadar kanundışı faaliyetlerin çokça görüldüğü bir yöre durumuna düşmüştür. O dönemlerin Giresun basınında yer alan haberlere bakıldığında bunu gözlemlemek mümkündür.

 

Kulakkaya, tahrir kayıtlarından anlaşıldığına göre, Niyabet-i Kırık’ın yazlık merkezi ve yörenin en eski yerleşim alanlarından biridir. 1926 yılında nahiye olan Dereli’den çok daha önce idari bir birim olan Kırık nahiyesinin kışlık merkezi ise Süllü’dür. Sonradan adı Yavuzkemal olarak değiştirilen Kırık nahiyesinin, Cumhuriyetin ilk yıllarında(1924-26) belediye başkanı olarak Göksüzzâde Yusuf Ağa ve nahiye müdürü Ziya Bey’in adı, o günün basınında, yayınladıkları beyanları sebebi ile yer almaktadır . Eğitim öğretim imkanlarının çok kısıtlı olduğu bu yıllarda bile nahiye dahilinde 4 ilk mektep faaliyet göstermektedir. 1928 yılında Giresun Merkez ilçeye bağlı önemli yerleşim merkezlerinde faaliyetine karar verilen Millet Mekteplerinden birinin de, muallim Mehmet Ali Bey idaresi altında Yavuzkemal (Şıhlar)’de açılmasına karar verilmiştir.

 

Kırık bölgesinin 1865 yılında Nahiye olduğu, 1866’da Trabzon eyaletinin bir sancağı olan Giresun’a Piraziz, Akköy(Bulancak), Keşap ile birlikte bağlanarak, yeni oluşturulan idari alan içindeki yerini aldığı bilinmektedir. Giresun, 1875’de Sivas Vilayetinin Şebinkarahisar Sancağına, dört yıl sonra tekrar Trabzon vilayetine bağlanmıştır. Kırık nahiyesi de bu süre zarfında Şebinkarahisar’a bağlı kalmış, 4 Aralık 1920’de Tirebolu ve Görele ile birlikte Giresun merkez ilçeye bağlanmıştır.1930’da adının Yavuzkemal olarak değiştirildiği Kırık nahiyesi, idari yönden Karahisar ile Giresun arasında bir kaç kez gidip geldikten sonra, nihayet 1958’de Dereli ilçesine bağlanmıştır .

 

b)”Gariysar Caddesi” Bektaş: Kırık bölgesinin kapsamı alanında yer alan Ağaçbaşı, Baybahanlar, Sırganlı, Kalıntaş(Gaaltaş), Karagöl, Tamdere, Kazankaya, Susuz ve Bektaş gibi bir çok yayla ve bunlara bağlı obalardan bahsetmek mümkündür. Bunlar içinde şehirleşerek yaylak belde haline gelen Kulakkaya ile Bektaş en ünlü olanlarıdır. Bahsi geçen bu yerlerin önemli hale gelmesinde şüphesiz,  halk dilinde Gariyser Caddesi olarak yer etmiş olan Şebinkarahisar-Giresun arasındaki ticaret yolu, belirleyici olmuştur.

 

Karahisar yolunun, ilk defa ne şekilde açıldığı bilinememektedir. Ancak, tarihinin İlkçağ kavimlerinden Kimmerler’e kadar indiğine yukarıda işaret etmiştik.

 

Önceleri, Giresun iskelesinden başlayan Şebinkarahisar yolu, Kayadibi-Taşhan-Erimez Hanları-Despot Suyu-Kulakkaya-Süllü-İkizsu (İkisu)-Tamdere-Asarcık-Tamzara-Ş.Karahisar ile tamamlanırken; bu yolun yazlık güzergahının da, Kulakkaya-Çeçtepe-Bektaş-Göktepe-Kalıntaş- ksu-Çobanbağırdan-Yankılı Kaya-Kınık Yaylası (Koruboğazı)-İzdaşı-Çukurova-Sarıçiçek-Etir Köyü istikametinde oluşturulduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu yolun yaylalardan geçmeyen kısmına halk arasında Eğribel Şosesi de denilir. Ortaasya’dan Karadeniz’e ulaşan İpekyolu’nun sahile inen uzantılarından biri olan bu yolun, Sivas valisi Halil Rıfat Paşa zamanında, onun özel gayretleri ile, 1884’de ilk defa araç trafiğine açtırıldığı kayıtlarda yer almaktadır. Yolun araç trafiğine açılması, Kırık bölgesini daha da önemli hale getirmiştir. Cumhuriyet döneminde ise, Yol Vergisi ödeyemeyen köylülere 1924, 1925 ve 1927 yıllarında genellikle kazma-kürek kullanarak genişlettirilen Karahisar yolunun Kulakkaya-Bektaş-Kalıntaş kısmı da bu dönemde araç gidişine müsait hale getirilmiştir. İşte Kırık  ölgesi ile Ş.Karahisar arasındaki yakınlığı sağlayan asıl gelişme, çoğunlukla halk arasında Gariyser Caddesi olarak da ifade edilen bu ticaret yolu olmalıdır.

 

Son derecede bakımsız ve plansız olduğu, o günün basınında çıkan haberlerden anlaşılan bu yollarda taşıma işi, önceleri katır hayvanları ile yürütüldüğü için, yaz aylarında bulaşıcı hastalıklara karşı korunma rahatlığı bakımından nemsiz yayla alanları daha dezenfekte görülmüş olmalıdır. Yolun yoğun olarak kullanıldığı zamanlarda Bektaş ve Kulakkaya önemli merkezler olmuşlardır.

 

Öyle anlaşılmaktadır ki, Bektaş çarşı alanına taşınmasından önce, yine yöre halkı arasında Gaaldaş ya da Gağaldaş şeklinde söylenen Kalıntaş yaylasında,  yazlık panayır kurulmakta, sahil kesiminin insanları ile Şebinkarahisar ve çevresinin insanları burada buluşup ürettikleri ürünleri ve yetiştirdikleri hayvanları karşılıklı olarak değiştirmektedirler. O günleri yaşayanlarca Cuma günleri kurulduğu nakledilen bu panayırın çok şöhretli olduğunu, “Giresun yöresinin en büyük yazlık pazarı olan Kalıntaş’ta Şebinkarahisar, Alucra, Suşehri,Sis, Orta, Koyulhisar, Mesudiye, Çarşamba, Perşembe, Ünye, Niksar, Erbaa ve Giresun köylerinden gelen insanlar, mahsullerini getirerek satarlar”şeklinde dönemin basın yayın organlarına giren haberlerden anlamak mümkündür . Gerçekten burada halen mevcut olan tarihi mezarlık, rivayetleri doğrulamaktadır. Kalıntaş pazarına giden yolun 1927’de genişletilip düzenleme çalışmalarının bitirilmesinden bir yıl sonra, Vilayet Meclisi kararıyla Kalıntaş Pazarı kaldırılmış ve Bektaş Yaylasına nakledilmiştir.

Önceleri Eski Bektaş denilen, bu günkü çarşının batısında Yürücek Tepesi eteğindeki platoda kurulmuş olan Gariysar Caddesi, sonradan daha aşağıya bu günkü yerine indirilmiş ve güvenliği sağlamak amacı ile de yazlık bir karakol kurulmuştur. Bu günkü şehrin Kulakkaya istikametinden girişinde taş-ağaç karşımı malzeme kullanılarak yapılmış olan eski caminin yapım tarihi 1870 olduğuna göre, bu kısmın yerleşiminin çok daha eski olduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu günkü Bektaş Pazar alanı,coğrafi ve idari yönden Dereli ilçesinin Konuklu Köyü’ne bağlı bir yayla beldesi niteliği taşımaktadır. Konum olarak Karagöl dağının 30 km. kuzeybatısında, Kulakkaya yerleşim alanının güneybatısında, Yürücek tepesinin güney doğusunda bulunan bir platoda kurulmuştur. I.Dünya savaşı öncesinde çok kalabalık nüfusa sahip bir yayla kasabası olduğu ifade edilmektedir.

 

Bektaş’ın önceleri,Eski Bektaş olarak anılan yerde kurulmuş olduğu, o dönemleri yaşayanların naklinden ve taş döşeli yol kalıntılarından anlaşılmaktadır. Bu yol, yukarıda da ifade edildiği gibi, tütün ve kuru tarım ürünlerinin sahile intikali için kullanılan ve sahil ile iç kesimleri bir birine bağlayan, ancak yazları kullanılabilen kestirme bir yoldur. Bu gün “Fabrika Düzü” olarak anılan, ve daha önceleri “Gavurhendeği” denilen Kulakkaya’daki yerde, I.Dünya Savaşına kadar çalıştığı bilinen fabrikanın imal ettiği keresteler ile Ş.Karahisar’da üretilen, ancak sahilde üretilemeyen malların sevkiyatının da bu yoldan yapıldığı bilinmektedir . Şap madenlerine giden yolun buradan geçen kısmı, eski yol izleri dikkate alınacak olursa tam olarak, güney – kuzey istikametinde; Göktepe – Çamurova – Bektaş Kalesi – ÇeçTepesi şeklindedir .

 

Bektaş yaylası, sosyo-ekonomik açıdan bölgemizin en rantabl turizm alanlarından biridir. Karadeniz Sahil Yolu’nun ulaşım açısından devam eden elverişsizliği; yayla merkezini sahil ve iç kesimlere bağlayan kara yollarının halen onarımsız oluşu, buranın özellikle dış turizm bakımından sektörel oluşumunu engellemiş ve bu durum bölgenin fakir kalmasına neden olmuştur. Oysa, bölgenin doğal zenginlikleri ve halen bakir tabiat ortamı, eşine ender rastlanacak niteliktedir.

 

Yürücek tepesi,Kabadüz,Arpabeleni sırtları,Doğca sırtı ve Kölükkaya ile çevrili olan Bektaş pazarını bu gün için önemli kılan, tarihi geçmişindeki derinliğin yanında;ekonomik ve sosyal bakımdan tampon oluşturabilecek bir mekanda kurulmuş olmasıdır. Giresun ve çevre illerden gelen çok sayıda insanın ortak buluşma alanı olan Bektaş yaylasının çevresinde, onunla irtibatlı olan bir çok yayla ve oba bulunmaktadır. Yukarıda bazılarının adlarını verdiğimiz bu yaylaların yol bağlantıları Bektaş yaylası Pazar alanına göre şekillenmiştir. Bu yüzden haftanın üç günü, insanlar bir biçimde buraya gelme ihtiyacı hissederler. Cuma günü namaz için yakın oba ve yaylalardan gelenlerin oluşturduğu kalabalık, burada bulunan iki caminin cemaatini oluşturur. Çarşının en canlı olduğu gün ise Pazar günüdür. Cumartesi günü öğleden sonra başlayan hazırlıklarla, Pazar günü eski ile yeni, geleneksellikle modernizm buluşmuş olur. Çevre köy ve yaylalarda üretilen her şey, sahilden gelenler ile bir bakıma değiştirilmiş olur. Aile işletmeciliği bağlamında genellikle el emeği ile üretilen her tür ürün satılır. Ayrıca burası, hayvan ticaretinin bölgede en yoğun yaşandığı yayla kasabası olmayı da hak etmiş olmalıdır.

 

Yürücek tepesinde yer alan mekanlarla ilgili olarak anlatılan “Hz. Ali Efsanesi”, Çataloluk, Kalıntaş(Gaaltaş), Koçkayası, Aksu vadisi (yukarı)çıkış havzası ve Karagöl dağı etrafında oluşmuş ilginç buzul gölleri, kültür turizmi ile ilgilenen herkesin dikkatini çekebilecek özel nitelikli yerler olarak sayılabilir.

 

Sonuç:

 

Bu kısa çalışmamızda, kulaktan dolma bilgilerle, daha çok “Pontus Rumları’nın Ülkesi iken, sonradan Türklerin eline geçmiş bir yer” olarak görülen, eksik bilgilerin dışında, kuruluş dönemi hakkında pek fazla bir şey bilinemeyen, o yüzden de yanlış değerlendirmelere muhatap olan bölgenin, ilkçağlardan bu zamana kadar asıl sahiplerinin kimler olduğunu ortaya koymaya ve buraların İslamlaşmasında ol oynayan Türk Dervişlerinin tanınması hususunda ipuçlarını yakalamaya çalıştık.

 

Bu çalışmanın maksadı, Kırık yöresi tarihinin tamamını yazmak değildi. Sınırlı konumuzun kapsamı içine, bahsi geçen yörenin Osmanlı siyasi ve kültür tarihindeki yerini koyamadık. Bölge sınırlarını baz alan ilk çalışma olması dolayısıyla da, arzu ettiğimiz bilgileri muhtevi argümanlara tam olarak ulaşamayışımızın bir sonucu olarak, çok daha zengin bir makale çalışmasının yapılması mümkün olamadı.

 

Buna rağmen, bu günkü Giresun sınırları içinde kalan alanın, ilk olarak hangi bölgelerden ve ne şekilde Müslüman Türklerin iskanına açıldığını, bu gün siyasilerimizin bir çırpıda değiştirilebildikleri yer adlarının nasıl buralara yerleşen Türk boy ve oymaklarının adları ile bu güne kadar anıla geldiğini, o günkü konar-göçer yaşayışına uygun olarak sağlanan toplum örgütlenmesi içinde yer alan sûfi unsurların fonksiyonlarını ortaya koyan kayıtları analiz etmeye çalıştık.